Bu durum hiç şüphesiz, Japonya için hem büyük bir muhtemel pazar olmasına, hem de Asyalı ve Müslüman bir ülke olarak, Büyük Devletler, yani (Hristiyan) Avrupa güçleri ile olan çok yönlü -çoğu zaman sorunlu- ilişkileri yürütmedeki becerisiyle de ilgilidir. Tokugawa Shogunluğu boyunca yaklaşık 250 yıl süren sakoku (kapalı ülke) siyasetini, Komodor Perry’nin silahlı tehditleri sonunda bırakmak zorunda kalan Japonya, ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri ile bir ticaret anlaşması imzalamış, bunu Rusya, İngiltere, Fransa, Hollanda ve diğer batılı devletlerle kurulan ticari ilişkiler izlemiştir. Batılılarla başlatılan bu mecburi yakınlaşma, aslında kapütülasyonların, zorla Japonya’ya dayatılmasından başka birşey değildi.

1868 yılında, tarihe Meiji Restorasyonu adı ile geçen dönemde, Japon devlet adamları bu durumdan kurtulmak için çareler aramaya başlamışlar, böylece fazla tanımadıkları Batılıları öğrenmek ve siyasi dengeleri anlamak üzere Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerine temsilciler-gözlemciler göndermişlerdir. Bu seyahatlar, Hint Okyanusu rotası takip edilerek yapıldığı için, Japonların karşısına ilk çıkan İslam ülkesi, Avrupa’da da toprakları bulunan Osmanlı Devleti olmuştur. Yapılan incelemeler ve gözlemler sonucunda, Batıyla olan ilişkilerde Osmanlı Devletinin de benzer bir durumda olduğunun anlaşılması, Japonların gözünde Osmanlı-Avrupa ilişkilerini üzerinde dikkatle durulacak bir konu haline getirmiştir. Burada ilgilerini çeken diğer bir konu da, Osmanlı Devleti’nin temel unsurlarının Müslüman ve Asya kökenli, karşı tarafın ise Hristiyan kökenli olduğu gerçeğidir. Bu bağlamda, Japonya’nın 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı Devleti ile ilgili yaptığı araştırmaların, İslam dünyasına yönelik ilgisinin başlangıcını da teşkil ettiği söylenebilir. Japonya ve Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler, II. Abdülhamid’in saltanatı süresince artan bir şekilde ivme kazanmıştır.

19. yüzyılın son çeyreği içinde meydana gelen Ertuğrul Faciası (16 Eylül 1890), iki taraf arasında gerçekleşen ziyaretlerin artmasına, dolayısıyla -diplomatik açıdan olmasa da- ilişkilerin gelişmesine sebep olur. Bu kazadan sonra, iki ülke ilişkilerinin daha da sıcaklaştığı görülür. Yamada Torajiro ve Noda Shoutaro adlı iki Japon, facianın ardından İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı topraklarında ikamet etmişlerdir. Böylece Japonya, Osmanlı Devleti hakkında doğrudan bilgi alma şansına da sahip olmuştur.

Japonya’nın modernleşme faaliyetleri sonunda ekonomik ve askeri alanda önemli ilerlemeler sağlamasıyla, Asya’daki dengeler de bozulmaya başlamıştır. Japonya, Kore’nin üzerinde kurmaya çalıştığı nüfuz alanı yüzünden, 1894-1895 yılları arasında Çin ile karşı karşıya gelmiş ve savaş Japonya’nın galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Bu dönem, Japonya’nın tüm dünyanın dikkatini çekmesi yanında, Japon hariciyesi ve Kara Kuvvetlerinin üst düzey yetkilileri tarafından Çin’deki Müslümanların, potansiyel bir müttefik olarak algılanmaya başlaması bakımından da önemlidir. Japonya oluşturmaya başladığı dış -geniş anlamda Dünya ve dar anlamda Asya- siyaseti içinde Müslüman kartını keşfederken, bu defa Çin’deki nüfuz bölgeleri yüzünden Rusya ile savaşmak zorunda kalmıştır. 1904-1905 yılları arasında süren savaş, tüm tahminlerin tersine Japonya’nın kesin galibiyeti ile sonuçlanınca, Asya’da Japonya’nın önüne engel olarak çıkabilecek hiç bir güç kalmamıştır. Bu başarı, Asya’nın Batılı-Hristiyan mağduru halkları için bir ümit olmuş ve Japon zaferi, Osmanlı toplumu da dahil olmak üzere, özellikle Müslümanlar arasında büyük heyecan ve memnuniyetle karşılanmıştır.

Takip eden süreçte, I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin ve Halifeliğin ortadan kalkmasıyla, İslam Dünyası doğrudan Japonya’nın önde gelen siyasî hedeflerinden biri haline gelmiştir. Rusya ile Çin kontrolündeki topraklarda yaşayan Müslümanlarla Güney Asya ve Orta Doğu bölgelerindeki Batılı ülkelerin idaresi altında yaşayan Müslümanların, bağımsızlık yönündeki talepleri, Japonya’nın bu bölgeler için özel bir politika uygulamasını gerektirmiştir. Bu dönemde, Japon dışişleri ile ordunun destek ve yönlendirmeleriyle bazı Japonlar Müslüman olmuş, İslam Dünyası ile ilgili araştırma-yayınlara özel önem verilmiştir.

Bu bağlamda Tokyo’da, Rusya’dan kaçan Türk-Tatarların Mahalle-i İslamiye adı altında örgütlenmesine ve Japonya’da yaşayan az sayıda farklı milletten Müslümanın -çoğunluğu Hintlidir- birleşerek Kobe ve Tokyo’da camiler açmasına izin verilmiştir. Japonlar, Tokyo’yu Müslümanlar için bir merkez haline getirmek ve İslam Dünyası’na seslerini duyurabilmek için, Tokyo camiinin yanında bir de matbaa kurulmasına yardım etmişlerdir. Mahalle-i İslamiye Matbaası ya da Matbaa-i İslamiye olarak bilinen bu yer, Japonya’daki Türk-Tatarların lideri konumundaki Molla Muhammed Abdulhay Kurbanali  tarafından yönetilmiştir. Matbaada basılan propaganda amaçlı kitap, dergi, broşür ve gazeteler dünyanın bir çok yerinde yaşayan Müslümanlara ulaştırılmıştır.

Japonya, özellikle 1930’larda Müslümanlara yönelik aktif bir faaliyet içine girmiş, Abdürreşit İbrahim gibi bir çok ünlü İslamcı aktivist Tokyo’ya gelerek faaliyetlerde bulunmuşlardır. Hiç şüphesiz bu kişiler, İslam Dünyası hakkında verdikleri bilgilerle, Japonların Müslümanlara yönelik politikalarını da yönlendirmişlerdir. Konuyla ilgili olarak, Japon Resmi Arşivlerinde ilginç dokümanlar bulunmakla beraber, bunların arasında Tevfik El-Şerif  ile yapılan mülakat ve büyük olasılıkla onun tarfından hazırlanan rapor, oldukça dikkat çekicidir.

Kakkoku ni okeru shuukyou oyobi fukyou kankei zakken  adlı dosya içindeki rapor, Pan İslamizm başlığı altında toplanmış, sekiz ana kısımdan oluşmaktadır. Kur’an’dan iktibasların da yer aldığı I. Bölüm yedi sayfadan oluşur ve genel hatlarıyla İslam Tarihi hakkında bilgileri içerir. İslam dininin ortaya çıktığı dönemdeki dünyanın siyasi dengeleri, bu sıradaki Arap yarımadasının durumu, 

Arapların inandığı dinler, İslamiyetin doğuşu - yayılması, Roma ve Pers İmparatorlukları’nın yaklaşımları gibi konular bu bölümün girişini oluşturur. Gelişme bölümünde ise, İslamiyetin yayılmaya başlamasının ardından, Hristiyan dünyasında ortaya çıkan muhalefet ve Haçlı seferleri hakkında genel ama doyurucu bilgiler vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu durum karşısındaki tavrının aktarılmasının ardından, İngilizlerin Hindistanı ele geçirmeleri ve buradaki Müslümanların İngilizlerin boyunduruğu altına girişi anlatılarak bölüm bitirilmiştir.

II. bölüm toplam 13 sayfadan oluşmaktadır. Bu bölümde Cemaleddin Afgani  ve onun İslam Dünyasındaki faaliyetleri, Arap Milliyetçiliğinin doğuşu meselesi, İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması, Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa gibi Türk subaylarının bu savaştaki rolleri ve aynı dönemde İslam Dünyasında artmaya başlayan dayanışma duygusu konu edilmiştir. III. Bölüm, 6 sayfadır ve temel olarak Pan-Türkizm konusundaki görüşleri içerir. IV. Bölüm de ise, Mekke’nin İslam Dünyası için önemi, Hilafet meselesi ve Hicaz kralı İbn Suud’un hükümdarlık bölgesindeki uygulamaları eleştirel bir bakış açısıyla anlatılmaktadır. 3 sayfa olan V. Bölüm, Arap topraklarındaki Pan-Arabizm hareketi, bu hareketin oluşum safhaları ve İngilizlerle Almanların Müslümanlarla olan ilişkileriyle ilgili bilgileri içerir. Bölüm VI, 4 sayfadan oluşur ve içinde Irak, Suriye ve Filistin ile ilgili bilgiler vardır. Özellikle, Arap dünyasındaki Hristiyan unsurlar ve bunların Müslümanlarla olan ilişkileri de genel hatlarıyla anlatılmıştır. VII. bölüm, 10 sayfa olarak düzenlenmiş olup, Filistin konusunda detaylı açıklamalar içermektedir. Filistin’deki Müslümanların, başta Türkiye olmak üzere Irak, Suriye, Yemen, Tunus ve Fas’daki Müslümanlarla olan ilişkileri ana hatlarıyla ortaya konmuştur.

Son ana kısım olan VIII. bölüm de, 3 sayfadır. Burada, Arap hükümetleriyle İngilizler arasındaki ilişkilerin temel dayanakları hakkında görüşler mevcuttur.

Ana bölümlerin ardından, İngilizler tarafından propaganda amacıyla Arapça olarak hazırlanan 8 bildirinin İngilizce tercümeleri de, bu belgede yer almaktadır. 31 Ekim 1931 tarihini taşıyan birinci ilan, "İran Körfezindeki Arap İdareciler, Şeyhler ve Onların Tebaalarına" başlığıyla yayımlanmış olup, Yarbay S. G. Knox’un imzasını taşımaktadır. Bu bildiride özetle, İngiliz ve Fransızların Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü garanti etmelerine rağmen Türklerin Almanlarla işbirliği yaptığı ve bu yüzden büyük bir hata içinde oldukları vurgulanmıştır. Sonraki satırlarda da, İngilizlerin Arapların bağımsızlıklarını ve dini özgürlüklerini sağlamak için ellerinden geleni yapacakları açıklanmış, Cihad ilanına Arapların aldırmaması istenmiştir. Özel bir başlık taşımayan ikici ilan, yine S. G. Knox imzasıyla, 1 Kasım 1914 tarihinde yayımlanmıştır. Bu bildiride de, Arabistan’daki Kutsal topraklara, Irak’taki Kutsal yerlere ve Cidde limanına hiçbir saldırının yapılmayacağı konusunda İngiliz hükümetinin, (Fransız ve Ruslarla beraber) garanti verdiği, bunun için özellikle Hintli hacıların endişe etmesine gerek olmadığı belirtilmiştir. Üçüncü ilan da aynı tarihlidir ve yine aynı İngiliz subayın imzasını taşımaktadır. İlanda, özellikle Mekke ve Medine’ye giden Hintli Müslümanların gemilerine, İngiliz ya da Hindistan hükümetlerince hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceği bildirilmektedir.

5 Kasım 1914 tarihli dördüncü bildiri, İngiliz ordusunun Şattü’l Arap’a asker sevk edeceği, ancak bunun sadece Türklere yönelik bir harekat olduğu ve silah taşımayan hiç bir Arap’a ateş edilmeyeceği ilan etmekte olup, P. Z. Cox tarafından imzalanmıştır. Beşinci ilan 22 Kasım 1914 tarihlidir ve Basra İşgal Kuvvetleri Komutanlığınca, Basra şehri ileri gelenleri ve halkına hitaben kaleme alınmıştır. Bu bildiride de özetle, İngilizlerin iyi niyetli yaklaşımına rağmen Osmanlı hükümetinin savaşa girdiği ve sonuçta Türk yönetiminin sona erdiği anlatılmış, İngiliz bayrağının bundan böyle Arap Müslümanlara özgürlük ve adalet getireceği bildirilmiştir. İlanın altında Yarbay P.Z. Cox’un imzası bulunmaktadır. 14 Şubat 1914 tarihli olan ve yine Yarbay Cox’un imzasını taşıyan altıncı bildiri, bir uyarı niteliğindedir. Irak bölgesinin, Fao’dan Qurna’ya kadar iki aydır İngiliz işgalinde olduğu, bu süre zarfında Arapların Türk baskısından kurtarıldığı ve herkesin, Basra vilayetinde özgürce ticaret ve ibadet yaptığı hatırlatılmıştır. Bu yüzden Basra, Qurna, Amara, Muntafiq bölgelerini içeren Basra vilayetindeki Şeyhlerin, aşiretlerin düşmanca bir tutum içine girmemesi ve düşmanla (Türklerle) işbirliği yapmaması istenmiştir.

Rapordaki son bildiri, Ka’b Şeyhleri ve Aşiretlerine Hitaben başlığını taşımakta olup, 15 Mart 1915 tarihinde yazılmıştır. İlanın giriş kısmında, Ka’b bölgesinin I. Dünya savaşında tarafsız kalan İran hükümetine bağlı olduğu hatırlatıldıktan sonra, İngiltere ve İran’ın iyi ilişkiler içinde olduğunun altı çizilmiş, bundan dolayı Ka’b halkının, hiç bir şekilde Türklerle işbirliği yapmaması telkin edilmiştir. Ayrıca, savaşın hükümetler arasında olduğu, Arap halkının bu savaşın bir parçası olmaması gerektiği vurgulanmış ve aksine davrananların silahla karşılık göreceği bildirilmiştir. Bu ilan da, P. Z. Cox’un imzasını taşımaktadır.

Japon arşivinde yer alan bu dosya içindeki en önemli belgelerden biri de hiç şüphesiz, Osmanlı Devletine karşı İngilizlerle ittifak yapan Arapların, İngiltere hükümeti ile imzaladıkları bir antlaşma metnidir. 26 Aralık 1915 tarihini taşıyan bu belge Abdul Aziz Al-Sa’ud ve Yarbay P. Z. Cox tarafından imzalanmış, 18 Temmuz 1916’da Hindistan Genel Valisi tarafından onaylanmıştır. 7 maddeden oluşan antlaşmanın başlığı; İngiliz Hükümeti ve Najd, El Hasa, Qatif vb. Hükümdarı Abdul Aziz Bin Abdurrahman Bin Faisal Al-Sa’ud, Arasındaki Antlaşmadır, şeklindedir.

Başlığın hemen altında yer alan; Bağışlayıcı ve Esirgeyen Allahın Adıyla, ibaresinin ardından, yarım sayfalık bir giriş yapılmıştır. Burada, öncelikle imza sahiplerinin kimler olduğu hakkında bilgi verilmiş ve taraflar arasındaki dostluğun eskiliği vurgulandıktan sonra aldıkları ortak kararlar açıklanmıştır. Antlaşma metninde yer alan maddeleri özetlemek gerekirse; 1. İngiliz hükümeti, Nejd, Al Hasa, Qatif, Jubail ve buralara bağlı yerlerin, İran Körfezindeki sahilleriyle beraber, İbn Suud’un ve onun atalarının toprakları olduğunu kabul eder. Ayrıca, bahsedilen bölgenin bağımsız hükümdarı olarak, İbn Suud ve onun haleflerinin tanındığı ilan edilir. Fakat bir şart vardır ki; yaşayan hükümdarın ya da haleflerinin yapacağı atamalarda dikkat edilmesi gereken şey, atanacak kişinin İngiliz hükümetine karşı biri olmamasıdır. 2. İbni Suud’a ve onun topraklarına karşı herhangi bir saldırı ya da müdahale olduğunda İngiliz Hükümeti İbn Suud’a yardım edecektir. 3. İbn Suud, bu antlaşma ile hiçbir yabancı güç ya da devletle, İngiltere’nin haberi (izni) olmaksızın temas kurmayacağını, anlaşma veya ittifakta bulunmayacağını kabul eder ve bu konuda söz verir. 4. İbni Suud, burada hakimi olduğu toprakların hiçbir parçasını herhangi bir yabancı güce ya da yabancı ülke vatandaşına İngiltere’nin rızası olmadan satmayacağını, kiraya vermeyeceğini, bağışlamayacağını, kabul eder. 5. İbn Suud, Kutsal Topraklara uzanan yolları açık tutacağını, gelişte ve dönüşte hacıları koruyacağını taahhüt eder. 6. İbn Suud ayrıca, daha önce atalarının da yaptığı gibi, İngiliz Hükümetinin koruması altında bulunan Kuveyt, Bahreyn, Katar Şeyhliği, Umman Sahili gibi bölgelere saldırmayacağını, müdahale etmeyeceğini garanti eder ve sınırlarını tanır. 7. İngiltere Hükümeti ve İbn Suud ileriki bir zamanda, iki tarafı ilgilendiren konularda daha detaylı bir antlaşma yapmayı kabul eder.

Japon arşivindeki rapor, bu antlaşma metni ile sona ermektedir. Genel olarak bakılırsa, belgenin hazırlanmasında büyük katkısı olan Tevfik-El Şerif’in, Osmanlı taraftarı bir söylemi olduğu görülebilir. Aynı zamanda, konuya hakimiyeti ve verdiği (ispatlı) örnekler onun, İngiliz destekli Arap hareketini çok yakından takip edebilecek bir pozisyonda olduğunu düşündürmektedir. Belge, İngilizlerin Osmanlı Devleti’ne karşı Arapları ne şekilde kışkırttığını göstermesi bakımından önemli olduğu gibi, İngilizlerin Arapları da birbirlerine karşı nasıl kullandığını ortaya koyması bakımından da ilginçtir. Yukarıdaki antlaşma, İngilizlerin Mekke Şerifi Hüseyin ile ayaklanma planları yaptığı sırada imzalanmış ve Hüseyin’in karşısında Suudlar, el altından desteklenmiştir. Şüphesiz bu rapor, dönemin Japon Hariciyesi için değerli bir kaynaktır. Ancak, Türk tarihi bakımından da önemli bir belge olduğu açıktır. Japon Arşivlerindeki bu tip belgeler incelendiğinde, daha ilgi çekici raporların da ortaya çıkması mümkün olacaktır.

Prof. Dr. A. Merthan DÜNDAR