Özet
Türkiye’de yaygın inanç, kadınların akademik veya bilimsel işgücüne rahatlıkla katılabildiği, bu alanlarda diğer iş kollarına kıyasla daha az cinsiyet ayrımcılığına maruz kaldığı yönündedir.
Oysa akademik ve Ar-Ge istihdam verileri, kadınların bu çalışma alanlarına yeterince dâhil edilemediğini göstermektedir. 2001 – 2010 yılları arasında Türkiye’de akademide cam tavan etkisinin arttığı görülmektedir (ÖZDEMİR, 2011:1). Aynı problemle karşı karşıya bulunan diğer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye’de kadınların bilimsel işgücüne katılımını artırmaya yönelik politikalarda büyük eksiklik bulunduğu görülmektedir. Bu çalışma, bilimsel kadın işgücünün genel durumunu tartışmakta, kadın akademisyenlerin maruz kaldıkları toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ele almakta ve ‘cam tavan’ sorununu feminist bir bakış açısıyla değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Giriş
Bilimsel yaşamda kadın akademisyenlerin yer almasıyla birlikte, çalışma hayatının kadınlara yüklediği sorumluluklar da artmıştır. Toplumsal cinsiyet temeline bağlı olarak kadınların görünmeyen emek olarak ifade edilen ev içi üretiminin emek-değer açısından değerlendirilmesi mümkün değildir. Diğer yandan çalışma hayatında akademisyenliğin getirdiği zorunluluklar da bu mesleği icra eden kadınlar üzerindeki yükün daha da artmasına neden olmuştur. Günümüzde kadın akademisyenler, evde veya okulda zamanlarının büyük bir kısmını bilimsel faaliyetlere ayırmaktadır. Kadın akademisyenler bilimsel çalışmalarını mesai saatleri dışında evde de sürdürmek zorundadır. Bir taraftan mesleğinin gereklerini yerine getirmeye çalışırken, diğer taraftan da ilkel toplumlardan günümüze kadar devam eden geleneksel ev işleri, çocuk bakımı ve benzeri işleri yapma zorunluluğu gibi rutin roller, kadınların omuzlarına yüklenmiş görünmeyen bir emek olarak algılanmaktadır. Bu durum günümüz şartlarında da kadın akademisyenleri birçok sorunla karşı karşıya bırakmaktadır. Kadınlar anne, eş, arkadaş, meslektaş, araştırmacı ve bunun gibi pek çok rol ile ilişkilendirilmiş talepleri karşılamak için, kişisel zamanlarından feragat etmek durumundadır. Kadın ve erkek arasındaki bu görev dağılımı, sorgulanmaya bile izin verilmeyecek bir biçimde toplumsal ve tarihsel olarak kurgulanmış ve her gün yeniden pekiştirilmiştir (DİKMEN ve MADEN, 2010,236). Bütün bunların yanında kadın akademisyenler, üst düzey yöneticilik kadrolarına yükselmekte ‘cam tavan’ sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bütün bu sorunların kaynağı, ataerkil düzende kadına biçilen roldür. Toplumsal cinsiyet rollerinin ataerkil düzende konumlandırılışının en büyük sonuçlarından birisi de bahsedilen sorunları yaşayan kadın akademisyenlerdir. Aşağıda kadın akademisyenlerin bilimsel iş gücünde Türkiye özelinde karşılaştığı sorunlar ve politikalar açıklanacak daha sonra ise eğitimdeki bu sorunların kaynağını öne süren feminist teoriler ışığında değerlendirme yapılacaktır.
1. Cinsiyete Dayalı Ayırımcılık
Toplumsal cinsiyet (gender) ve ayırımcılık tartışmalarının 1960’larda başladığı bilinmektedir. Bu tartışmalar içinde geçen toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet kavramlarının zaman zaman birbirlerine karıştırıldıkları gözlenmektedir. Biyolojik cinsiyet, erkeklerin ve kadınların bütün tarihsel dönemlerde yerine getirdikleri rollerini kapsarken, toplumsal cinsiyet tarihsel dönemlere göre değişmekte ve en genel anlamda “cinslerin farklı biyolojik özelliklerine bağlanması mümkün olmayan bir işbölümü temelinde, kadınların ve erkeklerin farklı işler yapması” olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda çocuk doğurmak kadının bütün tarihsel dönemlerde yerine getirdiği “biyolojik cinsiyete dayalı bir rol” olurken, ev işlerini yapmak yalnızca tarihsel bir dönem içinde başlayıp gelişen, ondan önce var olmayan ve belki bir gün ortadan kalkabilecek olan “toplumsal cinsiyete dayalı bir rol”dür. Cinsiyete dayalı ayırımcılık kadınların toplumsal cinsiyeti, biyolojik cinsiyetle ilişkilendirilerek kadınların üstlenebileceği görevlerin, işlerin ve mesleklerin daraltılması, engellenmesi ya da yasaklanması temeli üstünde belirginleşmektedir. Toplumda geleneksel yaklaşım, kimi kez kadının dışarıda çalışmasını onaylamamakta, böylece onu sadece ev işlerini yapan bir varlığa dönüştürmek istemektedir. Kimi kez kadının hemşirelik, ebelik^terzilik, sekreterlik, öğretmenlik gibi meslekleri yapmasını onaylamakta, ancak daha ötesine geçit vermemektedir. Kimi kez ise belli bir işte çalışmayı onaylasa da o işin üst düzey yöneticilik pozisyonlarına atanmayı onaylamamakta, sınırlamakta ya da engellemektedir. Bu durum “cam tavan” deyimiyle dile getirilmektedir. Bütün bu örneklerde somutlaşan toplumsal cinsiyet gerçekliğinin doğuşu, kadının toplumda ikincil konuma düşürülmesiyle ve kadınlara karşı bir ayırımcılık gerçekliğinin doğuşuyla yan yana gelişen süreçlerdir. Günümüzde bu gelişmeye karşı eğilimlerle daha somut çerçevelerde karşılaşılmaktadır. Bunların başında 1958’de kabul edilen ILO’nun iş yaşamında ayırımcılığa ilişkin olarak düzenlediği “İş ve Meslek Bakımından Ayırım Hakkında 111 Sayılı Sözleşme” gelmektedir. Bu sözleşmeye göre ayırımcılık ırk, renk, cinsiyet, din, siyasal inanç, ulusal ya da toplumsal köken bakımından yapılan işte, meslek edinmede, edinilen işte ve meslekte bağlı olunacak işlemde eşitliği yok edici ya da bozucu etkisi olan her türlü ayrılık gözetme, ayrı tutma ya da üstün tutma olarak tanımlanmıştır. İkinci olarak yirmi ülkenin kabul etmesinin bir sonucu olarak Birleşmiş Milletler Örgütü’nce 1981’de yürürlüğe konulmuş olan “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” gelmektedir. Acar(1998:30)’a göre “modern”, “demokrat”, “uygar” gibi görünümleri olsa da bu sözleşmeyi kabul eden ülkelerin belirtilen bütün kadın haklarına somutluk kazandırmaları şimdilik mümkün görünmemektedir (ÖZKANLI,2000:9-10).
2. Kadının Bilim Dünyasındaki Varlığına Genel Bir Bakış
Kadının bilimle olan ilişkisinin felsefî temelleri incelendiğinde, tarih boyunca kadın-bilim ilişkisini engelleyen pek çok faktör olduğu gözlemlenmektedir. Bunlardan en önemlisi, ayrıcalıklı konumlarını yitirmek istemeyen egemen erkeklerin yaklaşımlarıdır. Felsefenin ilâhlarından biri olarak kabul edilen ve yaşadığı çağ olan Antik Çağ’ın şekillendirilmesinde fikirleri ile etkin rol oynadığına inanılan Platon (M.Ö. 427-347), “Bir barbar değil, bir Yunanlı, bir tutsak değil özgür, bir kadın değil, bir erkek olarak yaratıldığım için Tanrı’ya şükrediyorum” demiş ve böylece bir erkek olarak yaşama katılmasının ne denli değerli olduğunu vurgulamıştır. Bu, Antik Çağ’da yaşamış bir düşünürün gözünde, kadın olarak dünyaya gelmenin Tanrı’nın bir cezası olarak algılandığını göstermektedir. Kadın-bilim ilişkisi bir yana, bu çağda kadın olarak var olmak bile günümüz insanını dehşete düşürecek niteliktedir. Asırlar sonra bile, kadınlara yönelik olumsuz bakışın halen geçerliğini koruduğunu, özgürlük savunucusu pek çok filozofun görüşleri açıkça yansıtmaktadır. Bunlardan biri olan ve “uygarlığın eleştirmeni” olarak adlandırılan Jean Jacques Rousseau (1712-1778) bile, ”Kadın, erkeğe eşit olarak yaratılmamıştır, kadının bunu bilmesi ve buna katlanması gerekir.” ifadesiyle kadınların toplumdaki ikincil konumlarını vurgulamakla kalmamış, erkeklere özgü olan ve en doğal hakları olarak gördükleri üstünlük duygusunu da yansıtmıştır. Ünlü Alman düşünür Immanual Kant (1724-1804), kadınların matematikle ilgilenmesi ile alay ederek, “Madem güzel kafalarını geometriyle meşgul edecekler, sakal da bırakabilirler.” demiştir (KUMCU, 2004: 27). “Kadınlarla görüşmeye mi gidiyorsun? Kamçını unutma!” sözleri herkesçe bilinen ve belki de en aykırı, anti feminist filozof olan Friedrich Nietzsche (1844-1900)’nin kadınlar hakkındaki görüşleri de Antik Çağdaki meslektaşlarından farklı değildir. “Bilimlerden hoşlanan bir kadının cinsiyetinde genel olarak düzensiz bir şey vardır” ifadesi, kadının bilimle uğraşması halinde cinsel anlamda sağlıksız olduğunu ileri sürmektedir. Aslında Nietzsche’nin bu olumsuz görüşü içinde kadın-bilim ilişkisi açısından olumlu bir nokta bulunmaktadır. Bu da, kadınların artık onlara yüklenen rollerin ötesinde bir şeyler yapmak için çaba içinde olduklarını göstermesidir. Her geçen gün kadınların bilimdeki varlığı ve katkıları artmakta ise de, bu duruma alışılması için, daha zaman geçmesi gerektiği gözlemlenmektedir. 60’lı yılların sonunda yapılan bir araştırmada, kadınların bilimde daha çok yer alma isteklerinin altındaki nedenler şöyle sıralanmaktadır: “Bireylerin kişisel tatminleri, erkeklerin faydalandığı alandan faydalanma isteği, cinslerin eşitliği için yapılan ideolojik mücadelenin etkisi. Yine de kadın mühendisler, doktorlar ve bilim insanlarının, alanlarında daha çok kadın olmasını istedikleri ifade edilmektedir. Böylece tüm cinslerinden sorumlu olmak yerine, yalnızca kendi performanslarından sorumlu olmaları mümkün olacaktır”.
İstatistikler, 2000’li yıllara gelindiğinde bile, üniversitelerde cins ayrımının sürdüğünü göstermektedir. Erkeksi özellikler ve davranışların norm olarak alınması, kadınların bu erkek-egemen alana girişini zorlaştırmaktadır. Bu konuyla ilgili yapılmış bir tespit şöyledir:
“Yönetim alanında daha az yer almalarının başlıca nedeni, erkeklerin, kendilerine benzeyen kişileri organizasyonun üst kademesinde görme isteğinden kaynaklanmaktadır. Kadınlar, erkeklerden daha çok sayıda üniversiteye devam ettikleri halde, çok az kadın rektör ve dekanın bulunuşu ve yönetim kademelerini nadiren doldurmalarının önemli bir nedeni de, çocukların bakımından sorumlu tutulmaları, uzun ve anti-sosyal çalışma saatlerinden kaçınmalarıdır (NAYMANSOY, 2012:204-206).
3.Türkiye’de Bilimsel İşgücünde Kadın
Kadınların bilimsel işgücünde azınlık olması Türkiye’de ciddi boyutlara ulaşmış olmasına karşın, gelişmiş ülkeler dâhil birçok ülkenin de karşı karşıya olduğu bir durumdur. Bununla birlikte kadınların üniversitelerde erkeklere göre daha alt rütbelerde yoğun olduğu, daha fazla kadının geçici pozisyonlarda bulunduğu, eşit niteliklere sahip erkeklerle kıyaslandığında daha az kazandıkları, daha çok ders vermek ve danışmanlık yapmak durumunda kaldıkları ve araştırma yapmak için daha kıt kaynaklara sahip oldukları bir dizi araştırmayla ortaya konmuştur. Bu sorunlar sadece Türkiye gibi kadın işgücünün hali hazırda düşük olduğu ülkelerde değil, en gelişmiş ülkelerde dahi görülmektedir. Son on yıl içerisinde bu durumda bir düzelme gözlense de, genel anlamda “eşitlik”ten bahsedilebilecek bir seviyeye ulaşılamamıştır. Kadınların genel işgücüne katılımını engelleyen sistematik ve kültürel engeller bilimsel işgücü söz konusu olduğunda geçerliliğini korumakta, şekil değiştirse de etkili olmaya devam etmektedir. Oysa ülkenin gelişimine yön veren bilimsel aktivitelerde kadınların yeterince temsil edilmesi, kadınların kendi geleceklerinde söz sahibi olabilmeleri açısından oldukça önemlidir. Ayrıca, kadınların katılımını artırma amacıyla geliştirilecek düzenlemeler, demokratikleşmenin artmasını, böylece sadece kadınların değil azınlık olan diğer grupların da bilimsel faaliyetlere katılmasını teşvik edecektir. Buna ek olarak, yurtdışında eğitimlerini tamamlamış kadınlar da ülkelerine dönmeyi kolaylaştıran, daha cazip bir ortam bulacaktır (OĞUZ,2012:68-69).
4. Bilim ve Teknoloji Alanlarında Eğitim İmkânları ve Kadınlar
Türkiye’de yüksek lisans ve doktora imkânlarının geçtiğimiz yıllarda daha olumlu hale gelmesi, hemen her dalda doktora öğrencisi sayısında pozitif değişimlere neden olmuştur. Hızla artan doktora öğrencilerinin demografik yapısı incelendiğinde ise bu artışın önemli bir bölümünün yeni kadın doktora öğrencilerinden kaynaklandığı görülmektedir. 2001 yılından bu yana mimarlık ve tıp gibi koşulları ağır ve düzensiz bir yaşam temposu gerektiren alanlar dışında çoğu dalda kadın doktora öğrencisi sayısı erkek doktora öğrencilerinden daha hızlı artmaktadır12. Buna erkek egemen olarak bilinen mühendislik dalı da dâhildir. Bu durum, bilimde eğitime katılım mekanizmalarının gittikçe daha eşitlikçi bir biçimde çalıştığına işaret etmektedir. Yükseköğrenime katılımda cinsiyet eşitliğindeki bu olumlu değişimlerin akademik pozisyonlarda çalışan mevcut kadın sayısıyla da doğru orantılı olduğu görülmektedir. Diğer taraftan, kadın doktora öğrencisi oranındaki artışa rağmen üst akademik mevkilerde az kadın bulunması, kadınların akademik kariyerde fazla yol kat edemeyeceklerini düşünerek farklı alanlara yönelmeleriyle sonuçlanabilir. Bu nedenle üst akademik pozisyonlardaki kadın sayısının artması, bilim işgücüne katılıma bir teşvik sağlayacaktır. Koçluk sisteminin de yaygınlaşması ile akademik kariyerine yeni başlayan kadınlar yüksek pozisyonlardaki kadınlarla bağlantı kurabilecek, kariyerlerinde ilerleme sürecinde kendilerine rehberlik edilecektir. Öte yandan, kadınların akademik kariyerde yükselmeleri önünde çeşitli engeller bulunmaktadır. Bir sonraki bölüm, bu engellerin Türkiye’deki boyutunu ve bu durumun olası nedenlerini göz önüne sermektedir (ÖZDEMİR, 2012:4-5).
5. Kavramsal olarak “CAM TAVAN”
Cam tavan, 1970’ li yıllarda ABD de ortaya çıkan bir kavramdır. Örgütsel önyargılar ve kalıplar tarafından yaratılan, kadınların üst düzey yönetim pozisyonlarına gelmelerini engelleyen görünmez, yapay engeller olarak tanımlanmıştır. Cam tavan; devlette, şirketlerde, eğitim kurumlarında veya kar amacı gütmeyen kuruluşlarda yüksek mevkilere gelmeyi arzulayan ve bunun için çabalayan kadınların karşılaştıkları engellerdir. Cam tavan terimi ile anlatılmak istenen, karşılaşılan sorunların belirsizliğidir. Yönetici pozisyonunda çalışan kadınların, belirli bir aşamadan sonra yükselmelerini engelleyen faktörlerin toplamına “Cam Tavan” ya da “Cam Tavan Sendromu” adı verilir. Cam Tavan adından da anlaşılacağı gibi görünmez bir engeli tanımlamaktadır. Cam tavan, bir kadın yönetici olarak belirli bir noktaya kadar yükseldikten sonra önemli bir terfi beklediği anda adını tam olarak ortaya koyamadığı nedenlerden ötürü istediği terfiyi alamama durumu şeklinde de açıklanmaktadır.
Wirth(2001)’e göre cam tavan, örgütsel bir takım işlem ve kararlar veya örgütteki insanların sahip oldukları önyargılar tarafından oluşturulan, kadın çalışanların örgütte üst yönetici pozisyonlarına gelmelerini engelleyen, ancak herhangi bir şekilde görünür olmayan yapay engellerdir. Genel olarak cam tavan kadınların üst yönetim kademelerine gelmelerini engelleyen görünmez yapay engeller olarak tanımlanmıştır (Winn, 2005; Wirth, 2001; Wrigley, 2002; Weiler ve Bernasek, 2001; Tlaiss ve Kauser, 2010).
İraz (2009)’a göre ise, cam tavan, çalışma yaşamında kadınlar ile üst yönetim arasında bulunduğu varsayılan, kadınların başarıları ve kişisel özelliklerine bakılmaksızın ilerlemelerini engelleyen, görülmesi ve anlaşılması zor olan, resmi olmayan terfi sınırlamaları olarak da ifade edilebilmektedir.
Kadınların iş hayatında giderek artan oranlarda yer almaları, çalışma yaşamında ve yönetimde kadınlarla ilgili araştırmaların da artmasını beraberinde getirmiştir. Yapılan araştırma sonuçları, özel sektördeki kadın yöneticilerin ancak orta kademeye kadar ilerlediklerini ve orada durduklarını göstermiştir. Yönetim seviyeleri bakımından bakıldığında kadın yöneticilerin sayısı açısından olumsuz sayılabilecek sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Fortune 1000’deki (Fortune 1000 listesi, toplam gelirler temel alınarak oluşturulan en büyük 1000 Amerikan şirketinden meydana gelmektedir.) firmaların sadece ikisinin en tepe yöneticisinin (CEO) kadın olduğu belirtilmektedir. Bu durum, kadınların yükselmesini engelleyen bir cam tavan (glass ceiling) olduğu iddiası ile açıklanmaktadır. Cam tavanın oluşum nedenleri olarak; kadınların çalışma yaşamında kısa sayılacak bir süredir yönetici durumunda bulunmaları, işgücüne aralıklı olarak katılmaları, geleneksel olarak kadınların çalıştıkları belli alanların bulunması. Örneğin; halkla ilişkiler, insan kaynakları yönetimi gibi yükselme olasılığının düşük olduğu alanlarda ve son olarak da üst yönetimin işe alma ve terfi politikalarında ayrım yapmaları gösterilmektedir, terfi konusunda karar verenlerin çok azının üst düzey yönetici pozisyonuna atamalarda cinsiyete önem vermediklerini belirtmişlerdir (ÖRÜCÜ VE KILIÇ,2007:119-120).
6.“CAM TAVAN” ın Üç Boyutu Ve Kadınların Yönetici Pozisyonuna Yükselmelerinde Karşılaştıkları Engeller
İşyerinde kadınların karşılaştıkları “Cam Tavan” ın üç boyutu üzerinde durulmaktadır. Kadınların iş yaşamında üst düzey yönetici pozisyonlarına gelememelerinin önünde üç engelin olduğu belirtilmektedir. Bu engeller şunlardır; OĞUZ(2012);
1- Erkek yöneticiler tarafından konulan engeller: Bu engellerden en önemlisi kadınlara yönelik önyargılardır. Çoğu negatif olan bu önyargılar kadınların verilen üst düzey işleri yapamayacağına dair görüşleri içerir. Kişilik, kararlılık ve azim açısından yetersiz olarak değerlendirilirler. Erkek yöneticiler tarafından oluşturulan diğer engeller ise “kadınlarla iletişim kurmanın zorluğu” ve “erkeklerin gücü elde tutma” isteğidir.
2- Kadın yöneticiler tarafından konulan engeller: Daha çok erkek yöneticilerin koyduğu engeller tartışılırken kadın yöneticilerin koyduğu engeller göz ardı edilmektedir. Kadın yöneticiler tarafından konulan engeller de şu başlıklar altında sıralanmaktadır: Kendini referans alma yanılgısı; Kadın yöneticilerin bilinçaltındaki “Ben bu noktaya nasıl geldiysem, herkes aynı şekilde gelebilir. Özel bir çabaya gerek yok mantığı”dır. “Kraliçe arı” sendromu (Kadınların birbirlerini çekememeleri); Tepe yönetimde görülen ‘tek kadın’ olmanın bir başarı ve ayrıcalık göstergesi olduğu inancıdır.
3- Kişinin kendi kendine koyduğu engeller: Cinsiyet rollerine ilişkin tutumlar; “Kadının yeri neresi?” sorusunun cevabını bulamayışı. Toplumsal değerleri sorgulamadan içselleştirmek. Kadınlara karşı olan negatif önyargıları kabul etme, benimseme. İş-aile çatışması ve suçluluk duygusu ile başa çıkamamak; Özgüven eksikliği, kararsızlık, ne istediğini bilememek; Kendini geliştirme, koşullarını değiştirme isteği, inancı veya imkânı olmamak; Sistemin değiştirilemeyeceğine duyulan inanç, sistemi destekleme zorunluluğu hissetmek; Kariyerde yükselmeyi tercih etmemek / kariyer yönelimli olmamak, kariyerde yükselmenin gerekliliklerini ve zorunluluklarını göze almamak; kadınların üst düzey yönetici pozisyonuna yükselme konusunda kendi kendilerine koydukları engeller içerisindedir.
7. Bilim Alanında “Cam Tavan Etkisi”
İş dünyasında hiyerarşik bir yapıda çalışanlardan bir grubun, cinsiyet, etnik köken, din gibi çeşitli ayrımcı faktörler nedeniyle belli bir pozisyonun üstüne terfi edememesi durumu olarak tanımlanan “cam tavan etkisi”13, Türkiye’de bilim işgücünün bir parçası olan kadınlar için önemli bir engel arz etmektedir. Şekil 2, 2010 yılında üniversitelerde üst düzey görev alan kadınların ve erkeklerin toplam çalışan kadın ve erkeklere oranını göstermektedir. Son on yılda daha alt akademik pozisyonlarda çalışan kadın ve erkek sayılarındaki eşitsizlikte bir düzelme olduğuna, fakat bu düzelmenin üst pozisyonlara yansımadığına işaret etmektedir (bknz. Ek-1). Türkiye’deki üniversitelerde, üst akademik mevkilerde kadın ve erkek yüzdeleri dikkat çekici bir şekilde ıraksamaktadır. Örneğin 2010 yılında öğretim görevlisi pozisyonunda %47 ve %53 oranlarındaki kadın ve erkek sayıları, profesör statüsündeki çalışanlarda %28 ve %72 gibi büyük bir ayrım göstermektedir. Kadın akademisyenler için cam tavan, yardımcı doçent ve üstü statülerde çalışmalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu engel terfi mekanizmalarının doğrudan etkisiyle meydana gelebileceği gibi, “öğrenilmiş çaresizlik” denilen14, kadınların üst mevkilere yükselemeyeceklerini kabullenmeleri ve bu yönde çaba harcamamalarından da kaynaklanabilir. Cam tavan etkisi sadece kadın-erkek çalışan oranında değil, aynı zamanda sayısında da kendini göstermektedir. Türkiye’de işgücünde kadın çalışan sayısı 36.595, erkek çalışan sayısı ise 50.940 olarak tespit edilmiştir. Kadın çalışanların yarıya yakını (14.381) araştırma görevlisi pozisyonunda çalışmaktadır. Kadın ile erkek araştırma ve öğretim görevlileri sayıları arasında büyük farklara rastlanmazken işgücündeki bu 14.345 kişilik farkın büyük bölümünün yardımcı doçent, doçent ve profesör pozisyonlarındaki eşitsizlikten kaynaklandığı görülmektedir (Bknz. Ek-1). Akademik işgücünde tespit edilen bu kadın-erkek eşitsizliği, geçmişten günümüze miras kalan ve yeni gelişmelerle ortadan kalkmaya başlayan bir olgu mudur? Bu soruyu cevaplamak için, son on yılda kadın araştırmacı oranlarındaki gelişmelere bakmak yeterli olmayabilir. Üniversitelerde yönetici pozisyonunda çalışan kadın araştırmacıların (laboratuar direktörü, proje yöneticisi vb.), ait oldukları yaş grubundaki erkeklerle sayısal bir karşılaştırması, akademide üst mevkilerdeki kadınlara bakış açısını daha net ortaya koyacaktır (ÖZDEMİR,2012:5-6). Avrupa Komisyonu Raporu’nda, toplam bilim işgücünde yönetici pozisyonundaki kadın araştırmacıların yaş gruplarına göre dağılımları gösterilmiştir. Bu kategorideki 55 yaş ve üstü kadın araştırmacıların düşük oranı, gerçekten de akademik dünyada geçmişten kalan bir erkek-egemen yapının varlığına işaret etmektedir. Bununla beraber, 35-44 yaş grubundaki kadın araştırmacıların erkek araştırmacılara oranının 45-54 yaş grubuna kıyasla az olduğu, başka bir deyişle yeni nesil araştırmacılarda da erkek-egemen bir yapı bulunduğu görülmektedir. Bu durum, akademik işgücünde cinsiyet eşitsizliğinin sadece eski nesillerden miras kalan bir olgu olarak açıklanamayacağını göstermektedir. Kadınlar akademik işgücünde yeni nesillerce de yeterince temsil edilememektedir (NAYMANSOY, 2010:209. Bilimde kadının işgücüne katılımı probleminin doğrudan bir yaklaşımla özellikle bilim ve teknoloji alanlarında kadınların eğitim almaya teşvik edilmesiyle çözülebileceği düşünülse de, eşitsizlik daha çok eğitim tamamlandıktan sonra işgücüne katılım ve kariyerde ilerleme süreçlerinde ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki, özellikle Türkiye’de doktora seviyesinde kadınların oranı erkeklerle kıyaslanabilir düzeydeyken işgücüne katılım ve yükselme aşamalarında bu denge korunamamaktadır. Özellikle kazancın daha yüksek olduğu özel sektörde, kamu ve üniversitelere kıyasla erkek araştırmacı oranı çok daha fazladır. Hatta üniversitelerde ve kamu sektöründe kadın araştırmacı sayılarındaki artışın, özel sektörde Ar-Ge faaliyetlerinin artış göstermesinden ve erkek araştırmacıların kamu ve üniversitelerden, özel sektöre yönelmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir (ÖZDEMİR,2012:6-7). TÜİK, Araştırma- Geliştirme Faaliyetleri Araştırmaları (2002-2010) verilerine göre, kadın araştırmacı sayısında çok büyük artışlar yaşanmamış, üniversitelerde ise hem erkek hem de kadın araştırmacı sayısı 10 bin artmıştır. Kamu sektöründe erkek araştırmacıların kadınlara oranı 2,5 olarak 2002’den 2009’a kadar korunmuştur. Bununla birlikte, özel sektörde çalışan erkek araştırmacı sayısı neredeyse 5 kat artarak 3.957’den 18.736’ya ulaşmıştır. Kadın araştırmacı sayısına bakıldığındaysa özel sektörde 1.320’den 5.787’ye çıktığı, bu sayının üniversitede çalışan kadın araştırmacı sayısının 6’da biri olduğu görülmektedir (ÖZDEMİR,2012:7-8).
Görüldüğü gibi, Bilimsel işgücüne katılımdaki cinsiyet eşitsizliği, farklı alanlarda farklı şekillerde kendisini göstermektedir. Özellikle akademik dünyada kadınların karşılaştığı cam tavan etkisi, 2001 – 2010 yılları arasında gittikçe belirginleşen bir hal almıştır. Buna ek olarak, özel sektörde kadın katılımı erkek bilimsel işgücüyle kıyaslandığında çok yetersiz kalmakla beraber diğer sektörlerle kıyaslandığında da çok düşüktür. Kamu sektöründe 8 yıl boyunca değişmeyen oranda bir eşitsizlik olduğu görülmektedir. Üniversitelerde ise bu eşitsizlik, yapısal bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Sayısal eşitsizliğin önemli boyutlara ulaştığı özel sektöre karşılık üniversitelerde cam tavan etkisi, kadınların akademik işgücüne katılımında önlerindeki en büyük engellerden biri haline gelmiştir. Yukarıda bilimsel alanda kadınların, ataerkil düzende toplumsal cinsiyet rollerine göre nasıl ayrıştırıldıkları açıklanmıştır. Bu çerçeveden hareketle feminist teorilerin bu konuya bakış açıları nedir? Feministler, kadın akademisyenlerin toplumsal cinsiyet rollerinin ve ataerkil toplum düzeninin yol açtığı cinsiyetçi davranışlara maruz kaldıkları durumlara feminist bakış açısıyla değerlendirmişlerdir. Aşağıda bu kuramlar detaylı bir şekilde açıklanmıştır.
8. DÖRT KURAMSAL ÇERÇEVE
a)Akademik Kapitalizm Kuramı
Yüksek eğitim kurumlarıyla buralarda çalışanların, üniversite dışındaki ekonomik kaynaklardan yararlanmak amacıyla giriştikleri piyasa ya da piyasa benzeri davranışlara dikkatimizi çeker. Buna göre üniversitelerin, kamu yararına bir bilgi/öğrenme rejiminden, akademik kapitalist bilgi ve öğrenme rejimine geçmesi, ataerkilliği yüksek eğitim kurumlarında daha etkili hale getirmiştir. Yeni rejim kısmen, üniversitelerde sayıları hızla artan kadınlar karşısında erkeklerin, bir zamanlar sadece kendilerine açık olan yüksek eğitimin sonucu olarak kazandıkları kimi tarihsel ayrıcalıklarını sürdürmelerini sağlamaktadır.
Yükseköğrenim kurumlarında çeşitli bölüm ve birimlerin dış kaynaklardan yararlanmak konusunda maruz kaldıkları dengesizlikler, genelde kadınların aleyhine, erkeklerin lehine sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü; kaynakların, fonların, projelerin çoğunluğu, erkeklerin yoğunlaştığı, uluslararası rekabete, küresel kapitalizmin merkezine ve piyasaya daha yakın mühendislik, elektrik elektronik, bilgisayar teknolojisi gibi alanlara yönlendirilmektedir. Buna karşılık kadın öğretim üyelerinin ve öğrencilerin toplandığı sosyal çalışma, eğitim, hemşirelik, sosyal bilimler gibi akademik alanlara daha az ekonomik kaynaklar ayrılarak kıyısallaşmaları (marjinalleşmeleri) artırılmaktadır. Erkekler, akademik kapitalizmin ayırıcı özelliği olan piyasa ve piyasa benzeri etkinliklerin de önderleri ve yarar sağlayıcılarıdır.
Akademik işgücünden sağlanan patentlerin ya da üniversitelerin araştırma ürünlerinin, lisans haklarının sahipleri ve akademik girişimlerle kurulan yan şirketlerin üst yöneticileri arasında erkeklerin oranı kadınlardan çok daha fazladır. Bu alanlarda eğitim gören ve çalışan kadınlar girişimci konumundan çok, girişimci erkeklerin yardımcısı konumunda bulunurlar. Yüksek eğitimin toplumsal yeniden üretim işlevi dolayısıyla akademik alandaki kadınların konumları, genel olarak kadınların toplumsal, siyasal ve ekonomik gelecekleri açısından kritik önem taşır. Bu nedenle de akademik kapitalizm kuramı, yüksek eğitim sistemlerinin özündeki tarihsel ataerkilliğin yok edilmesi için topyekun bir devrime gerek olduğunu savunan, örneğin Radikal feminizm gibi, kuramlarla benzer özellikler gösterir. Bununla birlikte kadınların eşitsizliğini sadece çalışma alanı içinde sınırlayarak öteki ezilme biçimleriyle hiç ilgilenmemesi nedeniyle bütüncül bir toplumsal cinsiyet perspektifi sunmaktan uzaktır (ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI, 2011:93).
b) Liberal Feminizm Kuramı
Liberal feminizm, bireylerin kendi yeteneklerini geliştirme ve kendi menfaatlerinin peşine düşme konusunda özgür olması gerektiğini kabul eden klasik liberal düşünceden temellenir. Kadın ve erkekler arasındaki cinsiyet farklılıklarının nasıl oluştuğuna odaklaşan liberal feminizm, cinsiyet farklılıklarında yer alan ve sosyal ilişkileri etkileyen kültürel varsayımlar ile açıklanabilmektedir. Liberal feministler, toplumun temel bir organizasyon olduğunu kabul etmekte ve bu organizasyon içerisinde kadının hak ve olanaklarını geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ayrıca, kadın istek ve beklentilerini engelleyen ön yargılara ve ayırımcılığa karşı çıkmakta, eşit hakları desteklemektedirler. Liberal feministler, bütün kadınların çalışma yaşamında üretken olmalarını da benimsemektedirler. Liberal feministlerden bazıları, aileyi çalışmak isteyen kadınlar için çocuk bakımı ve analık iznini gerektiren bir sosyal kurum olarak kabul etmektedirler. Diğerleri ise, aile yapısı esaslı bir şekilde değişmediği sürece kadınlar için özgürlüğün mümkün olamayacağını ileri sürmektedirler. Liberal feministler ailede, okulda ve medyada değişiklik arayışı içerisindedir ve bireylerin katı cinsiyet rolleri ile sosyalleşmesinin süremeyeceği görüşünü benimserler. Buna göre, eşitsizliklere ilişkin çözüm mevzuat ve sosyal geleneklerin değişimi ile çocukların cinsiyet eşitsizliğini kabul eden bir çevrede büyümesine izin veren sosyalleşme sürecinin değişmesi aracılığıyla eşitsizliğin azaltılması ve eşit şansların geliştirilmesidir. Bu yaklaşım, kadınlar ve erkekler arasında tecrübe ve menfaatlerdeki gerçek farklılıkları ihmal etmesi ve mutlaka adil sonuçlara yol açmayan eşit şansları geliştirmesi yönlerinden eleştirilmiştir (DEMİRBİLEK,2007:19). Liberal feministlerin eğitimle ilgili çalışmaları, toplumsal yapıdaki fırsat eşitliği engellerinin ve kadınlara karşı sistematik ayırt gözetiminin yasalar vb. hukuksal önlemlerle kaldırılması önerilerini de kapsar. Özellikle de okullarda, bireylerle iş piyasasında adil ve etkili bir biçimde rekabet edebilmelerini sağlayan bilgi, beceri ve kredileri kazandıracak bir fırsat eşitliği yapısının gereksinildiğini savunurlar. Eğitime erişim bu yaklaşımın temel taşıdır. Zira toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin nedeni cehalettir. Kadınlar da erkeklerin sahip oldukları hakları, özellikle de eşit eğitim olanaklarını, kazandıklarında toplumdaki cinsiyet ayrımcılığı ortadan kalkacaktır. Hedef, mevcut sistemin olabildiği kadar hızlı ve kesintisizce değişimini sağlamaktır. O nedenle de erişim, tercih, yoksunluk, düşük temsil ve yetersiz başları gibi terimleri kullanmak suretiyle eğitimin, erkek egemen kurulu düzenine fazla tehditkar görünmeyen taleplerde bulunmaya özen gösterirler (ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI,2011:94). Bu doğrultuda liberal feministlerin kadın akademisyenlerin maruz kaldıkları toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine bakış açıları da yine liberal perspektiften olmaktadır. Liberal feministlerin, eğitimin önemine yaptıkları vurgu dikkate alındığında, kadınların akademik hayata girmiş olmaları onlara yeter yorumu yapılabilir. Çünkü Liberal feministlerin kadınların akademik hayata girdikten sonra maruz kaldıkları ayrımcılığın üstünde pek fazla durmadıkları görülür. Ayrıca liberal feministler, kadınların eğitim aldıktan sonra erkekler ile eşit konuma sahip olacakları inancına sahiptirler. Fakat yukarıda açıklanan kadın akademisyenlerin maruz kaldıkları cinsiyetçi tavırlar durumun liberal feministlerin öngördükleri gibi olmadığı sonucu doğurmaktadır. Hatta yüksek düzeyde eğitim aldıklarını varsaydığımız kadın akademisyenlerin “cam tavan” gibi ciddi bir sendromu içselleştirip yönetici pozisyonları için mücadele vermedikleri de aşikârdır.
c) Sosyalist Feminizm Kuramı
Sosyalist feminizm, Marx’ın çatışma teorisinden gelişmiştir. Engels, ataerkilliğin köklerinin özel mülkiyette olduğunu ve böylelikle kapitalizmin az sayıda erkeğin elinde refah ve gücü toplanmasını sağlayarak ataerkilliği yoğunlaştırdığını ileri sürmüştür. Sosyalist feministler, sınıf esaslı sosyal sistem içerisinde yapısal bir öğe olarak eşitsizliğin kadın üzerindeki baskısını vurgularlar. Kadınlar üzerindeki bu baskı, farklı ırklar ve engellilere yönelik diğer baskı biçimleriyle etkileşim içindedir. Sosyalist feministler, cömert ve insancıl refah sisteminin savunulmasında birçok liberal feminist ile ortak temel arayışındadır. Bununla birlikte, liberal feministler tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan reformların yetersizliğini görmüş ve bu bağlamda kadın istismarının kapitalist sistemden kaynaklandığını, ekonomik kurumlardaki temel değişikliklerin kadınları özgürleştireceğini ileri sürmüşlerdir (DEMİRBİLEK, 2007:20).
Sosyalist feminizm, büyük çapta Marksist düşüncenin esasta cinsiyet-kör özeliğinden ortaya tatminsizliğin bir sonucudur. Yani Marksist ataerkillerin kadınlara yönelik baskıyı işçilere yönelik baskı kadar önemli saymayan eğilimlerinden duyulan tatminsizlik. Sosyalist feministler bir sınıf toplumunda yaşamanın kadınların kadınlıklarından dolayı yapılan baskının tek hatta ilk nedeni olmadığına inandılar. Küba, Çin ve SSCB gibi sosyalist ülkelerdeki kadınlar çalışma hayatına girmiş, ve büyük ölçüde ekonomik olarak erkeklerden bağımsız olsalar bile kapitalist kadınlar kadar sosyalist kadınlarda ataerkilliğin kıskacında kalmışlardır. Sosyalist feministlere göre, geleneksel Marksist feministler kapitalizmin iş yerini evden nasıl ayırdığını, ev aktivitelerinin nasıl peyderpey önemsizleştiğini açıklayabilmektedirler fakat kapitalizmin neden erkekleri çalışma hayatına kadınları ev işlerine tahsis ettiğini açıklayamamaktadırlar. Bu Heidi Hartmann’ a göre; Marksist analiz kategorileri “neden belli kişilerin belli yerlerde olduklarına ilişkin pek ipucu verememektedirler.” Sermaye gibi Marksist kategorilerde cinsel-kördürler. Marksist kategoriler bizlere kilerin boş yerleri dolduracağını söyleyemezler. Bunun yanında radikal feministler ataerkillikte kimlerin hangi yerleri dolduracağı, cinsellik temelinde tam bir analiz verebilmektedir. Her türlü güç kanalı-iş dünyası, tıp, hukuk, siyaset, akademiklik vb. erkeklerin ellerinde olduğu sürece kadınlar ya evleriyle sınırlı olacaklar ya da en az prestijli ve çoğu zaman az ücret getiren işlerde çalışma durumuna düşeceklerdir. Radikal feministler kadınlara yönelik baskının maddi temellerini iyice belirtmiş olsalar bile, ataerkilliği evrensel bir fenomen olarak görme eğilimindedirler (ROSEMARİE,1998:271-272). Sosyalist feministler; kadının ezilmesinin erkekten farklı niteliğini anlamak için onun çalışmadaki statüsüne bakılmasını, aile kurumu ile kapitalizm arasındaki ilişkilerin analiz edilmesini, ev işi ve yabancılaşmanın kadınlarla ilişkisinin kurulmasını öne çıkarırlar(ÇAKIR,2008:191). Sosyalist feministlerden biri olan Juliet Mitchell, ikili sistem kuramını geliştirmiştir. Bu çalışmasında Mitchell; kadının konumunun sadece sermaye ile olan ilişkisinin bir fonksiyonu olduğunu, üretken iş gücünün bir parçası olup olmadığı ile bir ilişkisi olmadığını iddia ettiğinden, geleneksel Marksist feminist duruşu reddetti. Kadına yönelik baskıya yönelik bu tek nedenli açıklamanın yerini, Mitchell, kadının konumunun ve işlevinin üretimdeki ve yeniden üretimdeki (yani çocukların toplumsallaştırılması ve cinsellik) rolü tarafından birlikte belirlendiğini ileri sürdü. Kadınların özgürleşmesi için kaydedilen ilerlemenin yavaş olmasının nedeni, Mitchell’ e göre; ailenin ekonomik işlevler kadar biyo-toplumsal ve ideolojik işlevlere de hizmet etmesidir. Sosyalist üretim biçimi ekonomik bir birim olarak aileye son verse bile, ideolojik ve biyo-toplumsal olarak aileyi bitiremez. Mitchell, kadınlara yönelik baskının nedenlerinin, insan psikolojisinin derinliklerinde yatıyor olduğuna inanmış olduğundan bazı liberal feministlerin kadınlara toplumda daha eşit bir yer vermeyi hedefleyen toplumsal reformların gerçekten bunu yapabilecekleri iddiasını da reddetti (ROSEMARİE, 1998:275-277). Heidi Hartmann, Mitchell gibi ikili sistem kuramcısıdır. Mitchell, hem kadındaki hem de erkekteki oedipus kompleksini temsil eden ataerkilliği, kadına yönelik bir baskının ideolojik bir biçimi olarak tanımlarken, Hartmann bu baskıyı, erkeklerin kadın işgücünü tarihsel olarak kontrol edebildiklerini amaçlayan maddi bir temele sahip toplumsal bir ilişki yapısı olarak gördü. Hartmann’ın ataerkilliğe yönelik maddi temeldeki analizinin kaynaklarının, geleneksel marksizmin kadınlara yönelik baskıyı birincil olarak ya da müstesna olarak kadınların üretim bakımından nasıl bir konumda olduklarına ilişkin geliştirdikleri açıklamalardaki yetersizlikte bulur. Bu eğilim Marksist feministlerin çalışmalarını işçi sınıfı kadınları üzerine odaklama yada cinsiyet baskılarını sınıf baskıları aracılığı ile anlama arzularını büyük çapta açıklayabilmektedir. Hartmann, bütün kadınların (yani ev kadınlarının, akademisyen kadınların, emekli kadınların) gerçekten işçi olduklarını göstermenin zor olduklarını belirtmektedir. Hartmann’ a göre; Marksist feministler bütün entelektüel enerjilerini kadınların, işçilerin sermaye ile olan ilişkilerine bağımlı erkeklerle kurdukları ilişkileri sınıflamaya ayırdıklarından, feminist analizin gerçek konusunu ellerinden kaçırmaktadırlar: bu da kadın erkek ilişkileridir. Bu nedenle işçilerin sermaye ile olan ilişkileri kadar kadınların da erkeklerle olan ilişkilerini anlamak istiyorsak, Marksist kapitalizm analizi ataerkilliğin feminist analiziyle bütünlenmesi gerekir. Marksist analizler, ataerkilliğin “kapitalizmin herkesi proleter etme ihtiyacı olduğundan solup gideceğini” öngörmüş olsalar bile, feminist analistler, kapitalizm ve ataerkilliğin kadın sorunu hakkında bir tür uzlaşmaya varacaklarını düşünmektedirler. Hartmann, en azından feminist analizin haklı olduğunu yüksek sesle dile getirdi. Sermaye başlangıçta, erkekler kadar çocukların, kadınların iş gücü üzerine kurulmuş olsa bile, en sonunda kadınlarının eve geri dönmesini isteyecek, proleter erkeklerin talebine teslim olacaktır. Proleter erkekler iki nedenden dolayı kadınların çalışmasına karşı duracaklardır, ilkin, kadınlar daha az ücrete çalışmak istiyorlar ve erkeklere “ ucuz rakip” oluyorlar. İkinci olarak, kadınlar da dahil hiç kimse iki efendiye hizmet edemez. Ne zaman evin kadını eve ekmek getirmeye yeltense ev halkı bundan zarar görmektedir. Proleter erkek, erkekler, kadınlar ve çocuklar için eşit ücret konusunda bastırarak birinci problemi çözecek olsa bile, bunun yerine bir aileyi geçindirebilecek kadar kendisine ücret verilmesini kadınların ve çocukların evde kalmalarını tercih edecektir. Ev hanımlarının, çalışan kadınlara göre daha sağlıklı iş gücü ürettiği, eğitilmiş çocukların eğitilmemişlerden daha iyi işçi olduklarını, kadın ve çocukların iş hayatını terk ettikten sonra da kolayca bu hayata geri girebildiklerini kavrayan kapitalistler, proleter erkeklere “aile ücreti” vermeyi kabul etmektedirler (ROSEMARİE,1998:278-281).
Kadınların daha çok çalışmasını daha az ücret almasını doğuran, cinsiyet temelli iş bölümünü düşünerek Hartmann, erkeklerin kadınları kontrol etme arzuları kadar kapitalistlerinde işçileri kontrol etme arzuları olduğunu söylüyor. Kapitalizm ve ataerkillik ona göre; bir canavarın iki başı değildir. İkisi de farklı canavarlardır ve ikisi ile de farklı silahlarla mücadele etmek gerekir(ROSEMARİE,1998:281)
Geleneksel Marxist sınıf analizlerinden derinlemesine etkilenen bu yaklaşımın, eğitimin toplumsal değişimdeki rolü konusundaki görüşleri fazla iyimser değildir. Eğitimi, sınıf mücadelesi gibi cinsiyet mücadelesinin de gerçekleştiği, toplumsal egemenlik ve ezilme örüntülerinin yeniden üretildiği ve sürdürüldüğü düzlemlerden biri olarak görürler. Örneğin; işçi sınıfı kızlarının, bir yandan öteki kızlarla ortak ayırt gözetimlerini, bir yandan da erkek arkadaşlarıyla aynı sınıf eşitsizliğini de yaşayarak iki kez ezildiğini düşünürler. Marksist (ve Sosyalist) feministlerin kuramsal alandaki çok önemli katkılarına karşılık okulun, toplumsal cinsiyet ve güç ilişkilerinin yeniden üretiminde nasıl bir rol oynadığı konusundaki çalışmaları sınırlıdır. Bu çalışmalarda üretime tanıdıkları öncelik çerçevesinde, kadınların işgücü ya da ev içi emekle ilgili ezilmişliklerinin okuldaki cinsiyetçi pratiklerle ve metinlerle yeniden üretildiği anlayışı yer alır. İşçi sınıfından kız ve erkek çocukların okuldaki toplumsal sınıf hegemonyası aracılıyla işçi sınıfı kadınlarına ve erkeklerine dönüşmeleri ya da egemen sınıf ve cinsiyet ilişkilerinin sürdürülmesinde aile, okul ve iş piyasasının karşılıklı ilişkileri bu kapsamda araştırılanlar arasındadır. Bu yaklaşımın eğitimdeki eşitsizlikler konusundaki çözüm önerisi, kapitalizmdeki cinsiyet eşitsizliğini yapısal faktörlere bağlaması dolayısıyla hayli sınırlıdır. Gerçi sosyalist feminizm, ataerkilliğin etkisini ve ortadan kaldırılmasını ayni ölçüde önemser. Okullarda tarihsel olarak yapılanmış ataerkilliği yıkabilmek için, eğitimin tüm yapılarının, siyasa ve uygulamalarının topyekûn dönüştürülmesini talep ederler. Gene de özellikle erkek hiyerarşilerinin çözülmesi ve feminist sorunların gündeme getirilmesi arayışlarında öğretmen sendikalarının da hayli etkili oldukları gözlemlenmiştir. Bu araştırma söyleminin kullandığı kapitalizm, üretim, yeniden üretim, sınıf, toplumsal cinsiyet, ataerkil ilişkiler gibi Marxist kavramlar, farklı sınıflardan kız öğrencilerin okul içindeki farklı konumlanışlarını ortaya çıkarmakta etkiliydi (ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI, 2011:95-96).
Sosyalist feministlerin eğitime bakış açıları bu şekildedir. Kadınların ikincil konumlarını kapitalizm ve ataerkil düzenle açıklayan sosyalist feministler akademik alanda da kadınların maruz kaldıkları toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini bu perspektiften değerlendirmiş olma yorumu yapılabilir. Sosyalist feministler, yoğun olarak kadınların iş hayatındaki ve ev içi emek konusundaki ezilmişliklerine işaret ederler. Bu noktadan hareketle sosyalist feministlerin yukarıda açıklanan “cam tavan “ sendromu ile ilgili görüşleri önem kazanmaktadır. Bütün sektörlerde olduğu gibi akademik alanda da kadınlar bu sendromun bir biçimini yaşamaktadırlar. Kadınların yönetici kadrolarına yükselmelerindeki görünmez duvarlar sosyalist feministlerin işaret ettiği iki etkenle ilişkilendirilebilir. Birincisi ataerkil sistemin getirisi olan toplumsal cinsiyet rolleridir. Yukarıda belirtildiği gibi, toplumsal cinsiyet rolleri “cam tavan “ sendromunu yeniden üretmektedir. Yönetici kadrolarında, karar alma mekanizmalarında, sermayenin nerelere aktarılacağı gibi konularda erkeklerin söz sahibi olması gerektiği, kadınların ise, görece daha önemsiz işlerde (özellikle “kadın meslekleri “ olarak tanımlanan işlerde) kendilerine yer bulmaları gerektiği algısı ataerkil sistemin görünmez dayatmasıdır. Sosyalist feministlerin bir diğer etken olarak gördükleri kapitalist sistem de yine bu döngü içinde kendine yer bulaktadır. Özellikle Engels, Kökenler adlı kitabında, erkeğin, ilk olarak hayvanları evcilleştirerek özel mülkiyete sahip olması ve özel mülkiyete sahip olduktan sonra kendinden sonra mülklerini bırakacağı bir çocuğa ihtiyaç duymasıyla tek eşliliğin böylece ortaya çıkışını tarihsel olarak açıklaması özel mülkiyetin kadının ikincil konumunu nasıl belirlediğine yönelik ip uçları vermektedir(ROSMARİE,1998:80-83). Engels, özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile birlikte erkek, kadını da kendi kontrolü altına aldığını belirtmiştir. Sonuç olarak özel mülkiyet erkeğe ait bir nesne olması kadınların özel mülk edinme ve dolayısıyla sermaye sahibi olmasının önündeki en önemli engeller arasındadır. Nihayetinde kadının sermaye sahibi olamamasının bir sonucunun da üst kadrolara gelememeleri / getirilmemeleri olarak saptanabilir. Sosyalist feministlerin kadınların ikincil konumlarının sebebi olarak öngördükleri bu ikili sistem (kapitalizm ve patriarşi) kendini bu şekilde bilimsel alanda göstermektedir. Kadınlar akademik kadrolarda toplumsal cinsiyet rollerinin getirmiş olduğu birçok eşitsizliğe maruz kalırken (örneğin; fen, matematik gibi doğa bilimlerinin erkeklerin yoğun olduğu bilim dalları olurken kadınlar sosyal bilimler alanlarında kıyısallaştırılmaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi kadınların yoğun olarak çalıştıkları sosyal bilimler alanları, erkeklerin yoğunlukta olduğu doğa bilimlerine göre daha önemsiz gibi bir algı yaratılmıştır.), diğer taraftan özel mülkiyetin erkek egemenliğinde olması kapitalist sistemin de kadınların ezilmişliklerini yeniden ürettiği sonucuna varılmaktadır.
d)Radikal Feminizm Kuramı
Radikal feminizm, erkeklerin güç ve imtiyazları ile nitelendirilen bir sosyal sistem olarak ataerkilliğe odaklaşmakta ve sosyalist bir devrimin bile ataerkilliği sonlandıramayacağını iddia etmektedir. Radikal feministler, esas olarak ataerkilliğin kadının cinselliği ve üreme özelliğinden dolayı ikincil konumda olmasına dayandığını ifade etmekte ve “erkek cinselliği” ile heteroseksüel ebeveyn ve ailenin üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. Ancak, bu konuda aralarında anlaşmazlık söz konusudur. Sadece bazı radikal feministler, yeni üreme teknolojilerinin kadın ve erkek birlikteliği dışında gebe kalmak gibi kullanımı desteklerle. Diğer feministlere göre sosyal alana daha çok odaklaşan radikal feministler, erkek egemen, ataerkil mevcut toplum örneğinin yerini alacak “kadın merkezli kültürü” gerekli görürler. Bu yaklaşım, kadının kendi sosyal yapısı ve mevcut organizasyonlar içerisinde kadına özgü yapıların oluşmasını teşvik etme arayışındadır. Bu sonuca ulaşmak için her kadın, kendi değer ve gücünün farkına varmalı ve ataerkil sistemin ret edilmesi konusunda diğer kadınlarla birleşerek kadın temelli alternatif bir toplum yaratılmasına destek vermelidir (ÖZKANLI ve KORKMAZ,2000:9). Radikal Feminizm, genelde kadınların ezilmişliğini ve özelde eğitimdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ataerkillik kavramıyla açıklar ve bu ezilmişliğin evrensel niteliğini vurgular. Buna göre cinsiyet eşitsizliğinin sorumluluğu ve çözümü sadece eğitimcilere atfedilemez. Aile, işyeri ve medya, egemen erkek ve ezilen kadın ikiciliğinin sürdürülüp durduğu toplumsal düzlemler arasındadır. Eğitimcilerin görevi, feministlerin ataerkil güçlere karşı mücadelesinin bir parçası olarak toplumu, cinsiyetçi olmayan davranış ve pratikleri gerçekleştirecek biçimde yeniden eğitmek olmalıdır. Bu yaklaşım, eğitimin özgürleştirici bir gizil güce sahip olduğunu kabul eder. Ancak var olan durumuyla bunu gerçekleştiremeyeceği görüşündedir. Mevcut kuramlar, eğitim ve bilim, erkekler tarafından tanımlandığından kadınların tarihini, deneyimlerini ve ilgi odaklarını kapsamaz. Dolayısıyla da kadınlar için yararlı bir bilgi kaynağı değildir, tersine bilinçlenmelerini erkeklerin istediği gibi önlemeyi sağlar. Eğitim; okul bilgisini, kültürünü ve programlarını, dayandığı erkek temelinden topyekûn bağımsızlaştırdığı ölçüde dönüştürücü niteliğe kavuşacaktır. Yararlı ve güçlendirici bilgiye erişebilmek ve erkek egemenliğinin etkilerini fark edebilmek için, kadınların kendi kişisel yaşantılarından ve kültürel üretimlerinden yola çıkmaları gerekir. Bunun için de ‘bilinç yükseltme’ diye adlandırılan kadın odaklı bir eğitimden (ya da yeniden eğitimden) geçmeleri önemlidir. Toplumdaki erkek egemenliği ve okul bilgisi konusunda, ciddi eleştirileri bulunan Radikal feministlerin, eğitimdeki kurulu düzeni ürkütmek konusunda bir tereddütleri söz konusu değildir. Egemenlik ve ezilme, tahakküm ve güçlenme, kadın ve kız çocuk merkezlilik gibi terimlerle ‘erkek’, ders konularını eleştirmeyi, ataerkil eğitim süreçlerini ve derslikteki cinsiyetler arası güç ilişkilerini sorgulamayı amaçlarlar. Liberal feministlerin aksine derslikteki, öğretmen odalarındaki ve okul süreçlerindeki kadınların ve kız çocukların ezilmesinde cinselliğin ve cinsel şiddetin rolünü incelemeye öncelik verirler. Okulların, kız çocukları için ne ölçüde güvenli mekânlar olduğunu sorgulamaktan kaçınmazlar. Önemli bir tartışma odağı da kadınların özerkliğini ve erkeklerden bağımsız bir kadın öğrenme kültürünün geliştirilmesi açısından ‘kız okulları’nın yeri konusuna ayrılmıştır. Radikal feminizm ‘kız okulları’nı kadın kültürünün güçlenmesinde bir ilk adım olarak görür. Buna göre okulların ayrılması, kadınların güçlenmesinde ve ataerkilliğin alt edilmesinde siyasal bir stratejidir. 70’lerde ikinci dalga kadın hareketlerine egemen olan radikal feministlerin, kadın deneyimlerini aydınlatan bir bilgi tabanı yaratmak hedefi, feminist bilimin gelişmesini ve özellikle de ABD’de Kadın Çalışmaları ders ve programlarının yayılmasını sonucunu doğurdu. Bunu izleyerek daha etkili bir kadın siyasal güç tabanı yaratılması gereksinimi algılanması, hiyerarşiler yerine işbirliğine dayanan kadın dostu örgütlenmelerin ve pratiklerin, temsil yerine katılım taleplerinin gerçekleşmesine yönelik çabaları artırdı. Radikal feminizm sadece var olan cinsel ilişki ve siyasetle yüzleşmeyi değil, aynı zamanda, bağımsızlık yerine özgürleşmeyi, bireycilik yerine kollektivizmi temel alan yeni bir dil ve yeni bir söylem çerçevesinin gelişimine yol açtı (ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI,2011:95-96).
Radikal feministleri eğitimde kadınların maruz bırakıldığı cinsiyet rolleri ataerkil toplum yapısıyla açıklanmışlardır. Radikal feministlerin, kadınların ezilmişliklerini ataerkil sistemin bir parçası olarak açıklamaları kendini akademik alanda da göstermektedir. Toplumsal cinsiyet rolleri ataerkil sistemde vücut bularak yeniden üretilmektedir. Bu doğrultuda, kadın akademisyenlerin toplumsal cinsiyet rollerinin neden olduğu eşitsizliğe maruz bırakılmaları da radikal feministlerce ataerkil toplum yapısı ile açıklanır.
SONUÇ
Türkiye’de ve Dünyada çalışma yaşamındaki kadınların sayısı giderek artmaktadır. Bu durum yöneticilik pozisyonunda da kadın çalışanların artması ile sonuçlanması eklenmektedir. Ancak kadın çalışanların üst düzey yönetici pozisyonuna yükselmelerinde bir takım engellerin olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Bu engeller genel çerçevede “cam tavan” olarak adlandırılmaktadır. Bu durumun pek çok spesifik nedeni olsa bile feminist kuramların ortak görüşü bu durumun ataerkil sistemden kaynaklandığıdır. Ayrıca kapitalizm de bu durumu desteklemekte ve sonuçta akademik alanda da kadınların ikincil konumu yeniden üretilmektedir.
Cemiyle AYDIN
KAYNAKÇA
• T.C. ANADOLU ÜNİERSİTESİ YAYINI NO: 2307, Editörler; ECEVİT, Yıldız ve KARKINER, Nadide, 2011.
• BUTLER, Judith, “. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi “ İstanbul: Metis Yayınları. 1990.
• İraz, R. (2009) “Çalışma Yaşamında Kadın ve Erkek Yöneticilerin Cam Tavan Sendromuna İlişkin Tutumlarının Karşılaştırılması”, 17. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi, 21‐23 Mayıs 2009, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İşletme Bölümü, s. 277.
• KILIÇ, Nilgün “Toplumsal Cinsiyet Kavramı “,Toplum Bilimleri dergisi Temmuz – Aralık 2010 , 4(8) : 83-93
• KILIÇ, Recep ve ÖRÜCÜ, Edip “Cam Tavan Sendromu ve Kadınların Üst Düzey Yönetici Pozisyonuna Yükselmelerindeki Engeller:Balıkesir ili Örneği “, Yönetim Ve Ekonomi dergisi, Cilt:4 sayı:2, 2007.
• NAYMANSOY, Günseli “Türk Bilim Kadınları ve Bilime Katkıları “,Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2010 9(1):203-232.
• NEDİM, Dikmen,“Kadın Akademisyenlerin Görünmeyen Emeği Üzerine Bir Araştırma: Ordu İli Örneği “, Sosyal Ve Beşeri Bilimler dergisi, Cilt 4, No 2, 2012.
• OĞUZ, Hatice Şule “Alanda Bir Kadın “ Fe Dergi: Feminist Eleştiri 4, Sayı 1, 2012
• ÖZDEMİR, Damla “Türkiye’de Bilim Kadını Olmak “, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı değerlendirme raporu, 2011
• ÖZKANLI, Özlem ve KORKMAZ, Adil “Kadın Akademisyenler“ A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını,Yayın No: 586, 2000
• ROSEMARİE, Putnam Tong, “Feminist Düşünce “, çev: Zafer Cirhinoğlu, Gündoğan yayınları, 1998, İstanbul.
• SANCAR, Serpil, “Üniversitede Feminizm? Bağlam, Gündem ve Olanaklar“, Toplum ve Bilim dergisi, no:95/5, 2003.
• SÖNMEZ, Berrin,“Üniversite’de Kadın -Kadın Akademisyenlerin Sorunları “, Kamuda sosyal politika dergisi, yıl:4 sayı:12, 2010.
• TAŞKIN, Lale, ERGÖL, Şule, KOÇ, Gülten Ve EROĞLU, Kafiye “Türkiye’de Kadın Araştırma Görevlilerinin Ev ve İş Yaşamlarında Karşılaştıkları Güçlükler “, Yükseköğretim Ve Bilim dergisi, cilt:5, sayı:4, 2012.
• Wirth, L. (2001) “Breaking Through The Glass Ceiling, Women in Management”. Geneva, International Labour Office.
• http://www.osym.gov.tr/dosya/1-60406/h/2ogretimelemanlarisayozettablosu.pdf